AYET-İ KERİME

http://emelleri.blogspot.com.tr/2013/06/fakirlige-sebep-olan-seyler.html

24 Kasım 2013 Pazar

İhsan sahibi kişilerin bulunması dahi Allah'ın cc bir lütfu olduğuna göre asıl sevilmesi gereken de O' dur.

DEĞERLİ KARDEŞLERİM
İhsan sahibi kişilerin bulunması dahi Allah'ın bir lütfu olduğuna göre asıl sevilmesi gereken de O'dur.  

İhsan, genel olarak iyilik ve lutufta bulunmak, bir işi en güzel şekilde yapmak, Allah'a cc ihlâs ile kulluk etmek anlamlarında kullanılan bir terimdir.

Sözlükte "güzel olmak" mânasına gelen hüsn kökünden türetilmiş bir masdar olup genel olarak "başkasına iyilik etmek" ve "yaptığı işi güzel yapmak" şeklinde kısmen farklı iki anlamda kullanılmaktadır. İhsanda bulunan kişiye muhsin denir. Bir insanın gerçekleştirdiği işin ihsan seviyesine ulaşabilmesi için hem neyi nasıl yapması icap ettiğini iyi bilmesi hem de bu bilgisini en güzel biçimde eyleme dönüştürmesi gerekir.

Hz. Ali. "İnsanlar işlerini ihsanla yapmalarına göre değer kazanır" derken bunu kastetmiştir.

Allah'ın yarattığı her şeyi ihsanla yarattığını bildiren âyette de: (O ki yarattığı her şey'i güzel yarattı ve insanı yaratmağa bir çamurdan başladı 
اَلَّذٖى اَحْسَنَ كُلَّ شَیْءٍ خَلَقَهُ وَبَدَاَ خَلْقَ الْاِنْسَانِ مِنْ طٖينٍ
  Secde 32/7) ihsan kavramı bu anlamdadır.

Ahlâk literatüründe ihsan genellikle, "iyiliklerde farz olan asgari ölçünün ötesine geçip isteyerek ve severek daha fazlasını yapmak" mânasında kullanılır. Râgıb el-İsfahânî'nin diğer İslâm âlimlerince de paylaşılan düşüncesine göre ihsan adaletin üstünde bir derecedir; adalet borcunu vermek, alacağını almak, ihsan ise üstüne düşenden daha fazlasını vermek, alması gerekenden daha azını almaktır. Bundan dolayı adaleti gözetmek vacip, ihsanı gözetmek mendup ve müstehaptır. (Müredât, "hsn", "adl" md.)

Kur'ân-ı Kerîm'de ihsan kavramı hem Allah'a hem de insanlara nisbet edilerek yetmişi aşkın âyette masdar, fiil ve isim şeklinde geçmekte, bu âyetlerin bir kısmında "başkasına iyilik etmek", bir kısmında "yaptığı işi güzel yapmak" mânasında, çoğunda ise herhangi bir belirlemeye gidilmeden mutlak anlamda kullanılmıştır.

Her iki kaynakta ihsan kelimesi, Allah'a nisbet edildiğinde, "O yarattığı her şeyi en güzel yapmıştır, (Secde 32/7) O sizi şekillendirdi ve şeklinizi güzel yaptı (Tegâbün 64/3) mealindeki âyetlerde olduğu gibi Allah'ın kusursuz yaratıcılığını veya "Allah sana ihsan ettiği gibi sen de ihsanda bulun" (Kasas 28/77) "Allah ona rızık ihsan etti" (Talâk 65/11)) örneklerinde görüldüğü üzere O'nun kullarına lütufkârlığını, cömertliğini ifade eder.

Ancak Hz. Peygamber'in (asm). "Allahım! Yaratılışımı güzel yaptığın gibi ahlâkımı da güzel yap" duasında (Müsned, 1,403) olduğu gibi özellikle Allah için kullanıldığında bu iki anlam arasında kesin bir farktan söz edilemez. Çünkü Allah'ın fiillerinin güzelliği ve mükemmelliği aynı zamanda O'nun lütufkârlığıdır.

Müminler, gerek evrende gerekse insanda gördükleri bütün güzellikleri, nimetleri, hatta bütünüyle varlığı ilâhî varlığın ve güzelliğin tecellileri olarak kabul ettikleri için kişinin ontolojik bakımdan gerçek varlık olarak Allah'ı tanımaları gerektiği gibi ahlâkî yönden de yalnız O'na kul olmaları, her durumda hakiki nimet, ihsan ve lütuf sahibi olarak sadece O'nu tanıyıp bütün ruhuyla O'na yönelmeleri ve O'nu sevmeleri, diğer bütün şeyleri de O'ndan dolayı sevmeleri gerekir.

İnsana nisbet edildiği âyet ve hadislerde ihsan kavramı iki bağlamda kullanılır,

a) "Yaptığını güzel yapmak" şeklinde özetlenen anlamına uygun olarak kulun Allah'a karşı hissettiği derin saygı, bağlılık ve itaat ruhunu ve bu ruh halinin ürünü olan iyi davranışları kapsar. Hz. Peygamber'in (asm) "Cibril hadisi" diye bilinen hadiste geçen, "İhsan Allah'ı görür gibi ibadet etmendir; çünkü sen O'nu görmesen de O seni görmektedir" şeklindeki açıklaması (Buhârî, İman 1) ihlâs terimiyle de ifade edilen bu bağlamdaki ihsanın en güzel tanımı kabul edilmiş ve üzerinde önemle durulmuştur.

Hz. Peygamberin (asm), İhsanı tarif ederken, "Allah'ı görüyormuşsun gibi Allah'a ibadet etmendir" demesi, mümini ibadet sırasında manevî âlemlere yüceltmek içindir. Her şeklin bir de gerçeği vardır. Namaz da bir şekildir. O şeklin içindeki gerçek ihsandır. İbadeti kuru bir şekil ve beden hareketleri olarak değil, Allah'ın huzurunda bulunduğunu bilerek ve düşünerek yapmak gerekir. İbadetin asıl hedefi Allah'u Teâlâ ile bu mânevi diyalogu kurmak ve bunu ibadet süresince devam ettirmektir.

Fîrûzâbâdî'nin imanın özü, ruhu ve kemali, dolayısıyla kulluk mertebelerinin en üstünü olduğunu belirttiği (Beşâir, II, 465) ihsanın bu kapsamı, bilhassa takva ile yakından ilgili görünmektedir. Nitekim çeşitli âyetlerde bu iki kavram semantik bir bağlantı içinde zikredilmiştir. Meselâ Mâide sûresinin 93. âyetinde ihsan erdeminin takva kapsamında ve onun en ileri derecesini ifade etmek üzere kullanıldığı anlaşılmaktadır. "Kim Allah'a derin saygı duyar (takva) ve sabrederse bilinmeli ki Allah iyi davrananların (muhsinîn) ecrini asla zayi etmez" mealindeki âyet de (Yûsuf 12/ 90) ihsan-takva ilişkisini ortaya koymaktadır.

Ayrıca iki sûrede (Enam 6/83-84; Sâffat 37/80-131) bazı peygamberlerin isimleri zikredilerek kendilerinden "muhsinler" diye söz edilmesi, ihsanın peygamberlerde gözlenen kusursuz dindarlığı ve bunun sonucu olan güzel davranışları ifade ettiğini gösterir.

Bilhassa mutasavvıflar Cibril hadisine ve bu hadiste geçen, "İhsan Allah'ı görür gibi ibadet etmendir..." ifadesine özel bir ilgi göstermişlerdir. Din ilimlerini Kur'an ilmi, sünnet ilmi, imanın hakikatleri ilmi şeklinde üç kısma ayıran Ebû Nasr es-Serrâc, bütün bu bilgilerin aslının söz konusu hadis olduğunu söyleyerek hadisteki İslâm'ı "zahir", imanı "bâtın", ihsanı da "zahir ve bâtının hakikati" diye nitelerken, Herevî aynı hadisi tasavvuf ehlinin izlediği seyrü sülûkün bir özeti sayar. Tasavvufta önemli bir yeri olan murakabe de bu hadise dayandırılır. Çünkü murakabe kulun her an Allah tarafından denetlenmekte olduğu bilincini gösterir.

b) İhsan, hilim erdeminden kaynaklanan bir anlayışla kişinin başta annesi ve babası olmak üzere diğer insanlar karşısındaki sevgiye dayalı özverili tutumunu ifade eder. Nitekim çeşitli âyetlerde "muhsinler" olarak anılan müminlerin hilim ruhunu yansıtan bazı seçkin özellikleri üzerinde durulmuş ve bu suretle ihsan kavramının içeriğine giren erdemlere de işaret edilmiştir. Bunlardan bazıları şunlardır:

Öfkeye hâkim olma, affetme, hoşgörü, sabır (Âi-i İmrân 3/134-135; Mâide 5/13; Hûd 11/115; Yûsuf 12/90);

İşlerde aşırılıktan sakınma, kararlılık ve cesaret (Âl-i İmrân 3/147-148);

tokgözlülük ve cömertlik (Bakara 2/236; Âl-i İmrân 3/134).

"Muhakkak ki Allah adaleti ve ihsanı emreder ..." ifadesiyle başlayan âyet (Nahl 16/90) münasebetiyle tefsir kitaplarının yanında ahlâk ve tasavvuf kitaplarında da ihsan kavramı üzerinde durulmuştur. Taberî bu âyetteki adaleti "kelime-i tevhid", ihsanı ise "Allah'ın emir ve yasaklarına uyma, zorluklara katlanma hususunda gösterilen sabır" şeklinde sınırlayan görüşü tercih eder görünmekle birlikte (Câmi'u'l-beyân, ilgili ayetin tefsiri), onun da kaydettiği gibi bu âyetin iyilik ve kötülük konusunda Kur'an'ın en kapsamlı âyeti olduğu yönündeki görüş, ilk dönemlerden itibaren birçok âlim tarafından benimsenmiştir.

Bu yönden âyetteki adalet kavramıyla ihsan kavramının anlamları hakkında açıklamalar yapılmış ve sonuçta ihsan "insanın hem Allah'a hem de yakın ve uzak çevresine, bütün insanlara, hatta tabiata karşı yaklaşımında, tutum ve davranışlarında adalet ölçüsünün, farz ve vacip sınırlarının ötesine geçerek imkân ve kabiliyetine göre kulluğun, özverinin ve erdemin en yüksek seviyesine ulaşması" anlamlarına gelecek şekilde yorumlanmıştır.  (bk. Ebû Bekir İbnü'l-Arabî, Râzî, Kurtubî ilgili ayetin tefsiri)

İbn Miskeveyh, bu bağlamdaki ihsanı özellikle sevgiyle ilişkisi ve sosyal boyutuyla ele alarak iyi ve erdemli insanın içinde daima başkalarına iyilik etme isteği bulunduğunu belirtir ve ondaki bu yatkınlığı "zâtî ihsan" olarak adlandırır; bu kişinin, iyilik ettiği insanları onların kendisini sevdiğinden daha çok sevdiğini söyler.

Daha sonra Gazzâlî, İbn Miskeveyh'in ihsan-sevgi ilişkisine dair düşüncelerini oldukça geliştirmiştir. Gazzâlî insanın temelde kendisini sevdiğini, "İnsan ihsanın kuludur" atasözünde de belirtildiği gibi kendisine iyilik edenleri de sevmekle birlikte bu sevginin merkezinde yine kendisinin bulunduğunu ifade eder. Ancak ahlâkî ve estetik duyarlığı gelişmiş insanlar için iyilik ve güzellik bizatihi sevilir. Şu halde kendisiyle hiçbir ilgisi olmasa bile yine de insan, ihsanı ve ihsan sahibini sever.

Bununla beraber asıl muhsin Allah olduğuna, hatta insanlar arasında ihsan sahibi kişilerin bulunması dahi Allah'ın bir lütfu olduğuna göre asıl sevilmesi gereken de O'dur.

22 Kasım 2013 Cuma

Şeytan insana ibadet ettirir. Yaptıklarımızın Rahmani olduğunu nasıl Bileceğiz?

* Nefsini tanımayan Allah’ı tanıyamaz, nefsini tanıyan Allah’ı tanır. Nefsten terbiye ederek esaretinden kurtulmadıkça, insan kendini emniyette hissedemez.  Düşmanını tanımayan dostunu bulamaz. En büyük mücadele nefsle olmalıdır. Bu iş sıradan tarikat yolu değil, Allah’ın dinine sarılmak yoludur.

* Allah teâlâ ile kullar arasındaki günahlar için şefaat, af çok amma, kullar arasındaki günahlara şefaat, af yok. Adalet var, mahkeme var. Haklı olsa bile insanlar mahkemeye gitmekten korkar. En iyisi sulh yapmak ister, mahkemeye düşmek istemez. Ya o haklı ise. Ahirete giderken borçlu gitmeyin. Alacaklı gidin. Zalim olmayın mazlum olun. Zalim verecek mazlum alacak. Sevaplarımızdan vereceğiz alacaklılara, yoksa onların günahlarını yükleneceğiz. (Ben haklıyım) diyen çok insan orada haksız çıkacaktır. 

* Bir kalb kırmak, senelerce ibadet, zikir sevabının hepsini alıp götürür. Öyle bir din ki, kâfirin dahi kalbini kırmak yok. Nerde kaldı ki Allah-Peygamber diyen bir müslümanı kırmak.

* Şeytan insana ibadet ettirir. Peki, yaptıklarımızın rahmani mi, şeytani mi olduğunu nasıl bileceğiz? Şeytan, tam dine uygun şekilde, yani ehl-i sünnet itikadına uygun şekilde ibadet ettiremez. Ancak bir eksikle ibadet ettirir. Yani o ibadeti bozan, kabul ettirmeyen bir eksikle ibadet ettirir. Mesela, 5 kuruş zekat borcun var, bunu sana verdirmez. Buna yaklaştırmaz. Bunun yerine milyarlarca sadaka verdirir, hayır hasenat yaptırır. Mesela iki rekat kaza namazı borcun var, bunu kıldırmaz, sabahlara kadar tesbih çektirir, zikir ettirir, nafile namaz kıldırır, ağlatır sızlatır. Halbuki, dinimiz 5 kuruş zekatını ver diyor, iki rekat kaza namazını kıl diyor. Bunlar farzdır, dinin isteğidir, hesabı azabı var. Biz ise ne yapıyoruz; kendi isteğimizi yapıyoruz, şeytanın isteğini yapıyoruz. Bu yüzden dinimizi doğru şekilde ehl-i sünnet âlimlerinin kitaplarından öğrenmeliyiz. 

* Neyin faydalı neyin zararlı olduğunu ayıran İslamiyet’tir. İnsanlar faydalı sanır, zararlı olabilir. Zararlı sanır faydalı olabilir. Allahü teâlâ bildirmeseydi, insanlar bilemezdi. İslamiyet’i bilen, dünyanın zararlarından kurtulur.

* İbadetin kabul olması için şartlarına uygun olması lazım. Birincisi; şartlarını öğrenmek, sonra; şartlarına uygun şekilde yapmak, üçüncüsü; ihlas ile olması lazımdır. İhlas ile olmayan ibadet hiçbir işe yaramaz.

* İnsanın nefsi, başkasına soru sordurmaz, ben biliyorum der, o ben kelimesi insanı yıkar.

* Muvaffak olmak iki şeye bağlıdır. Doğruluk, sevgi ile yaklaşmak ve herkesle barışık olmak. 

* İnsanların felaketine sebep olan şey ikidir. Biri kendine güvenmek, diğeri, kendi gibi bir âcize güvenmektir. Bunlara değil, Allah’a güvenmek lazım. 

13 Kasım 2013 Çarşamba

İSLAM'A UYULMASI TEK YOL OLDUĞU HALDE, İSLAM'I KENDİLERİNE UYDURANLAR MÜSLÜMAN MI?

İSLAM'A UYULMASI TEK YOL OLDUĞU HALDE, İSLAM'I KENDİLERİNE UYDURANLAR MÜSLÜMAN MI? 

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez, hac ibadeti noktasında bütün İslam ülkelerinin, bütün dünya Müslümanlarının bir sorunla karşı karşıya olduğunu söyledi.

Görmez, “Milyonlarca talep var. Şu anda dünyada yılda 20 milyon hacca gelme talebi var. Mevcut durumun on katıdır bu talep. Bu sene 2,5 milyondu. Kaçaklarla 3 milyonu bulmuştur. Bütün bu genişletme çalışmaları sonuçlansa dahi bu sayı 5 milyonu geçmeyecektir. Gönül isterdi ki baştan itibaren Medine ve Cidde düzlüklerinde birer uydu kent kurulabilseydi. Mekke'nin altından metrolarla ulaşım sağlanabilseydi. İbadet mekanları bu kadar daraltılmayıp devasa binalar altında Kabe esir bırakılmasaydı. Ne zaman gitsem o etrafındaki binalardan dolayı kalbimde Kabetullah'ın mahzun olduğunu düşünüyorum.” dedi.

Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, şöyle devam etti: “Ne zaman icraata geçilir bilemiyorum. Fakat ondan önce daha önemli bir sorun var. O da meşair dediğimiz Arafat, Müzdelife ve Mina. Sadece 70 bin Türk hacısının Arafat'tan Müzdelife'ye hareket için bize gösterilen yer yaklaşık 1,5 kilometre ve araçla gidiliyor. Daha sonra yaya devam edilmek zorunda. Müzdelife'de vakfeye durabilmek için, Meşari Haram'da namaz kılabilmek için bir müddet orada beklenilmesi gerekiyor. Ancak bize tanınan yer o kadar daracık bir mekan ki hepsi ayakta bile beklese o mekan bizi almaz. Onun için bütün o mekanlar dünyanın en güzel milli parkına dönüştürülebilir, en güzel bahçelerine dönüştürülebilir. Bunları biz tabi konuşuyoruz, değerlendiriyoruz. İnşallah yetkililerin de değerlendireceğini umuyorum.”

“İmkanlarımız artıyor. Otellerimiz lüksleşiyor, Kabe manzaralı odalarımız çoğalıyor. VIP hacı lüks hacı çoğalıyor. Ama haccın ruhu azalıyor.” diyen Görmez konuşmasını şöyle sürdürdü: "İhlasımızı, samimiyetimizi, olumsuz yönde çok etkiliyor. Sadece haccımız değişmedi. Namaz bizi değiştirmiyor. Biz namazı değiştirmeye kalkışıyoruz. Hatırlarsanız Ramazan önce bir konseptimiz var. 'Biz Ramazan’ı değiştirmeyelim, Ramazan bizi değiştirsin, oruç bizi değiştirsin', hac bizi değiştirsin ama bilhassa bunlar benim şahsi gözlemlerim belki de yanılıyor olabilirim. Yanılmak isterim doğrusu, son 10 yılda her yıl bir şeylerin değiştiğini görüyorum. Bundan 10 yıl önce veya 5 -6 yıl önce hem Kabe’yi tavaf ederken herhangi bir hacının bir kulağında telefonla, ticari bağlantılarını yapmaya devam ettiğini, bir elinde de kamerayla kendi tavafını kaydettiğine şahit olmazdım. Ama şimdi öyle şeyler görüyoruz. Secdede bir insan düşünün Allah’a kulluğun, Allah’la Kabetullah’ın etrafında tavaf ederek diyalog kurmaya çalışıyoruz. Rabb'imizle diyalog içerisindeyiz. Dolayısıyla bizim belki fıkıh, ilmihal kitaplarında bunların tavafa zarar vermeyeceği yazılı olabilir. Söylemek istediğim şu: İmkanlarımız artıyor. Otellerimiz lüksleşiyor, Kabe manzaralı odalarımız çoğalıyor. VIP hacı lüks hacı çoğalıyor. Ama haccın ruhu azalıyor. Haccın çok eğitici ve dönüştürücü bir yönü var. Hac ibadetinden dönen insan, hani Anadolu’da yanlış da olsa bir anlayış vardır; 'Niye gitmiyorsun hacca?' 'Elimi teraziden çekeyim de öyle gideyim.' Tamamen yanlış bir anlayış. O hassasiyet güzel bir şey. Ama fikir ve düşünce yanlış. Dolayısıyla haccın çok müthiş dönüştürücü bir yönü var. Eğitici yönü var. Bunların zayıflamaya başladığını görüyoruz doğrusu. Bundan irkiliyorum. Ben geçen sene şahit oldum. Bir hacı Arapça olarak telefonla 'Brezilya’daki iş ortağımı bana bağla' diyor tavaf esnasında. Bir taraftan da kamerayla çekiyor. Bunlar çoğalıyor. Bizim kendi hacılarımız içerisinde de çoğalıyor maalesef."

Irak'ta, Yemen'de katledilenler Hz. Hüseyin, katledenler ise Yezid'dir.

Irak'ta, Yemen'de kat- ledilenler Hz. Hüseyin, katledenler ise Yezid.!


KABİL? HABİL? KATİL!
ŞÜPHESİZ KABİL'LER KATİL HABİL'LER MAKTUL!
Hz. Peygamber Muharrem ayında tutulan orucun ramazan ayından sonra en önemli oruç olduğunu beyan etmişlerdi
Irak ve Suriye'de yaşananlar Yezid'in iktidar hırsıdır.  Bugün de aynı tablo var. Hz. Hüseyin efendimiz haşa şii ve sünni değil. Hz. Peygamber'in torunu. Bugün Irak'ta, Yemen'de katledilenler Hz. Hüseyin, katledenler ise Yezid'dir.
Değerli kardeşlerim bizim aramıza başka birileri sızdırılmazsa aramızda hiçbir mesele kalmayacak. Ortak değerlerle farklılıklara baktığımızda ortak değerlerin ne kadar çok olduğunu göreceksiniz.

2 Kasım 2013 Cumartesi

Yılbaşı 3 Kasım Pazar akşamı başlıyor

  Hicri 1434 yılını bırakıp
   1435 yılına gireceğiz
  Yılbaşı 3 Kasım Pazar
   İSLAM ALEMİNE HEP
   BEREKET VE ZAFER
           GETİRSİN
Hicri takvime göre 1434 yılını geride bırakıp 1435 yılına gireceğiz.
Hicri Yılbaşı 3 Kasım Pazar akşamı başlıyor
Peygamberimizin Mekke-i mükerremeden Medîne-i münevvereye hicretinin başlangıç kabûl edildiği târihe, seneye “Hicrî Yıl” denir. Burada, ayın hareketi esâs tutulduğu için buna, “Hicrî-Kamerî Sene” veya “Sene-i Kameriyye” de denir.Hicrî sene de mîlâdî ve rûmî târihler gibi 12 ay esâsına dayanır ve Muharrem ayı ile başlar, Zilhicce ile sona erer. Ayların adları şunlardır: Muharrem, Safer, Rebîul-evvel, Rebîül-âhir, Cemâzil-evvel, Cemâzil-âhir, Receb, Şâbân, Ramazân, Şevvâl, Zil-kâde, Zil-hicce.Hicrî senenin kabûlünden beri asırlardır İslâm âleminde 1 Muharrem sene başı olarak kabûl edilmiştir. Hristiyânlığın aslında bulunmayan, fakat sonradan kabûl edilen yılbaşı günü, onlara âit özel bir gündür…

Peygamberimiz Muhammed a.s 53 yaşındayken Medîne’ye hicret etti. Bir hafta yolculuk yapıp mîlâdî Eylül ayının 20. ve Rebîülevvel’in 8. Pazartesi günü, Medîne yakınındaki Kubâ köyüne vardılar. Eylülün 23. gününü de burada geçirip, Cumâ günü Medîne’ye girdiler. Bu seneki Muharrem ayının birinci günü, yâni hicretten 66 gün evvel, Müslümânların hicrî-kamerî sene başlangıcı oldu. Bu da, târihçilere göre mîlâdın 622. yılındaydı. Temmuz ayının 16. Cumâ gününe rastladığı, Ahmed Ziyâ Beyin “Kozmoğrafya” kitabında yazılıdır. Kubâ köyüne ayak bastığı 20 Eylül günü Müslümânların yılbaşısı, yâni hicrî sene başlangıcıdır. 20 Eylül gününü başlangıç kabûl eden güneş yılına da “Hicrî-Şemsî Yıl” denir.

Hakkımda

Fotoğrafım
https://www.facebook.com/VAHDED.HOCA SİTEMİZİ ZİYARET EDİP ÜYE OLURSANIZ ÇALIŞMALARIMIZA DESTEK VERMİŞ OLURSUNUZ ALLAH cc CÜMLE MÜMİNLERDEN RAZI OLSUN.